7 Şubat 2017 Salı

Özkan Günaydın / "Belki Bir Gün Giderim Buralardan" Diyenlerin; "Gerçekten Gittiği" Bir Hikaye

Güzel bir kadınla tanıştıktan sonra onunla tekrar karşılaş
tığımda adını unuttuğumu fark edince çok üzülüyorum. Bir ırmak gibi akarak terk etmek istiyorum o an kendimi, sigara yakıyorum hemen. Baktım geçmiyor, yine üzülüyorum. Güzel bir kadının adını unutan biri; cuma namazına da gitmiyordur, ilkokul numarasını da unutmuştur, mavi şiirler de yazmamıştır hiç. Hem de çok hiç. 
Bir terzinin acısı, söküğünü dikemediği pantolonun varlığıdır; bir kahvecininse kötü demlediği çay, bir şairinse rüzgârda bir türlü yakmayı başaramadığı sigarasıdır. Sahi seninkisi ne? 

Esma, şu gördüğünüz kuşların hiçbirinin akrabası değil. Genellikle evine yürüyerek gelirdi, bazen bir şeylere kızarak, kimi zaman da öksürerek. Aydınlıydı Esma, Çine ilçesinden. Sabah kalktığında büyük tren istayonlarının iç içe geçmiş raylarına benziyordu saçları, o kadar dağınıktı. Eskişehir'de tanışmıştık kendisiyle, garsonluk yapıyordu o zamanlar. Dediğine göre bahşişlerini harçamıyormuş. "Biriktiriyorum" diyordu, ne için biriktiriyordu hiç sormadım. Otuz sekiz numaraydı ayakları. Tanışmamız çok ilginçti. Ben adını sordum "Esma" dedi, sonra güldü. Gökyüzü anlıma çarpmış gibi oldum o gülünce "Benim adımı sormayacak mısın?" dedim, "Erkeklerin ismi sorulmaz, kızaran yüzlerine bakılır" demişti. Judas aşkına aptallar gibi gülmeye devam ediyorum hâlen.
Esma; utanınca, dertlenince, üşürken, mutluyken, mutsuzken, aklından kırmızı güller geçerken, aç karna üç bira içerken bile "belki bir gün giderim" derdi hep. Biliyorsunuz "Gitmek" bazılarında huydur. 

Üç çift pembe çorabı vardı Esma'nın. Bir çiftinin serçe parmak tarafları yırtık, bir çifti kirli, öteki çiftini daha kullanmaya başlamamıştı o zamanlar. 

Acaba hiç mi acı çekmiyor, hiç mi dertleri yoktu, Esma'nın üst kat komşularının da sevişiyorlardı böyle her gece? İstanbul'a giden son treni kaçırdığım zamanlar Esma'da kalıyordum. Apartmana üç yıl önce doğal gaz bağlanınca, apartman yöneticisi apartmanın giderlerini karşılamak için kömürlük niyetine kullandıkları en alt kısmı elden geçirip kiraya vermeye karar vermiş. Esma'nın hemen üstünde, her gece deliler gibi sevişen o çift oturuyordu; onların üstünde yönetici vardı. Yönetici de hırsızmış sanırım, yolsuzluk mu ne yapıyormuş orospu çocuğu. Bir sabah sigara almaya gittiğimde, yöneticinin iki üstünde oturan emekli havacı albay elinde belgelerle, yöneticinin kapısını yumruklayıp "Çık lan dışarı, amına koyduğumun evladı. Belgeledim işte yaptığın hırsızlıkların hepsini, ya istifa et ya da vurucam seni burada!" diye bağırıp duruyordu. Yönetici ve emekli albayın arasında oturan translarda ise çıt yoktu, gece çalıştıkları için yorgunluktan uyuyorlardı belki, belki de hâlen mesaidelerdi. Esma işte tüm bu olayların arasında, eski kömürlükten 1+1 şekline dönüştürülmeye çalışılmış bir ortamda yaşıyordu, memnundu üstelik hâlinden. Hâtta hayal bile kurabiliyordu, hayalleri vardı çünkü. O soktuğumun ortamında hayal kurmak her babayiğidiğin harcı değildi ayrıca. Esma'nın salon diye kullandığı alanda sikimden bir üçlü çekyat vardı, amerikan mutfağının tezgahında tetonuzlu bir musluk ve hemen önünde hayata darılmış birkaç mutfak gereci duruyordu. Ana giriş kapısından başka -banyo ve tuvalet aynı yere sıkıştırılmıştı, o alan da dahil- kapı yoktu evin içinde. Evin perdeleri sanki bana küfür ediyorlarmış gibi gelirdi her seferinde ama zaman geçtikçe anladım ki konunun benimle bir alakası yokmuş, mizaçları öyleymiş, sonradan alıştım zaten. Umursamamaya başladım. Giriş bölümde ise Esma'nın elbiselerini koyduğu derme çatma bir dolap, eski bir çamaşır makinesi, yerde özentisiz bir biçimde duran üç beş ayakkabı vardi ve apartmanın lağım giderinin geçtiği irice bir pimapen tavandan sarkıyordu. Galiba orta yere serdiği kilim veremliydi. Apartman sakinleri sıçtıktan sonra sifonu çektiklerinde suyun itme kuvvetiyle aşağıya düşen bok kütlelerinin seslerini en son biz duyardık. Önceleri bu sesleri yadırgasam da Esma, kitle iletşim araçları kullanmadığı için, bu sesler bana zamanla anzısın radyoda çalan sevdiğim bir türkü gibi gelmeye başlamıştı. En dibipdeydik ve daha da dibe inmek için bahaneler arıyorduk. Çocukluktan kalma bir alışkanlıktır bende: gece 04.00-05.00 saatleri arası kalkar karanlığı izlerim, böyle dakikalarca. Yine bir gece kalktığımda Esma'nın üstüne örttüğü çarşaftan firar etmiş iri memelerini görmüştüm, çok irilerdi; bacakları Arkaik dönem yapılarında rastlanan sütunları andırıyordu, kalçaları ya çarşafın altına saklanmıştı ya da benim kalkmama beş dakika kala odandan yeni ayrılmışlardı. Çünkü olay mahali daha sıcacıktı. Socrates olsa böyle manzaraya mutlaka bir şiir yazardı ama benim işim olmaz şiirle filan. Karanlığımı izleyip, Nazım Hikmet'in duvarda asılı duran siyah beyaz fotoğrafına, elimi göğsüme götürerek, "Eyvallah" deyip tekrar uykuya bulaşmıştım. 

İki sene sonra Esmayla son gecemiz olduğunu öğreneceğim, o gece, pimapen borusundan sızan bok kokusu; evde saltanatını ilan etmiş nem kokusuyla koalisyon kurmuş ve bu koalisyona dışarıdan destek veren mutfak tezgahındaki üç gündür yıkanmayı bekleyen bulaşık kokusu da eklenince nükleer gaz bombası atmışlardı sanki odanın içine. Ben gözlerimi açtığımda Esma çoktan uyanmış üçlü kanepenin ortasında bağdaş kormuş bir vaziyette tavana bakmaya başlamıştı bile. Uyandığımı görünce "Pencereyi açabilir misin?" türü bir hareket yaptı, ben "Neden?" der gibi bakınca "Sigara yakacağım da, içerisi sigara kokmasın", "Saçmala Esma dışarıda şubat ayazı var, donmak mı istiyorsun? Hem neyin peşindesin içerisi leş gibi bok kokuyor zaten, sigara kokusundan mı rahatsız olucan yani?" Dünya gerçekten hassas kalplerin için çok tehlikeli bir yer. Hiçbir şey demedi, başını öne eğip pijamasının kenarıyla oynamaya başladı. "Bak yine küfür ettiler, duydun mu?" "Kim?", "Yok bir şey." Esma derin bir nefes daha çekti sigarasından. Üç zindan, iki mevsim, bir ben, altmış altı tane ardı ardına polis jopu geçti sanki odanın içinden "Esma hiç adına şiir yazan oldu mu?" içinde biriktirdiği sigara dumanı gecenin karanlığına üflerken "Hayır" dedi, önümden şimdi de yalın ayak koşuşturan çocukluğum geçti. Geçmiş zaman o gece saat kaçta yattığımızı hatırlamıyorum ama o siktiğimin perdelerin bana küfür ettiğine adım gibi eminim.

Okul bittikten iki sene sonra iş için Eskişehir'e yolum düşmüştü. Esmayı ziyaret için o kömürlüğe gittiğimde Esma gitmişti. Yerine Suriyeli üç aile taşınmıştı. Emekli havacı albay, yönetici yardımcısı olmuş. O malûm daireyi; üç Suriyeli aileye Esma'ya verdikleri kiranın iki buçuk katına kiraya vermişler, sanırım yönetici kiranın yarısını emekli albaya sus payı olarak veriyordur. Ordan ayrılmadan önce yarım yamalak Arapçamla pimapen lağım borusunu göstererek "Ona dikkat edin, patlar ya da ek yerlerinden kokusu sızarsa içeride bok kokusundan duramazsınız" dedim. Bu da kıyağım olsun onlara. Sonuçta halkların kardeşliğine inanan biriyim ama mevzu Suriyeli bu üç aile değil, mevzu perdelerin bana küfür etmesi değil, mevzu Esma'nın bok kokan evi de değildi zaten, hele hırsız yönetici hiç değildi, adamlar memleketin amına koydu yöneticinin cukkaladığı üç beş kuruşun lafı mı olur? Mevzu hayatınızda "belki giderim" diyenler varsa onların bir gün mutlaka gidecek olması, "kesin giderim" diyenler korkak olur, gidemezler. Ama "belki giderim" diyenler gider. Fazla geç olmadan durdurun onları, Esma gitti çünkü.