25 Haziran 2017 Pazar

Özkan Günaydın / Radiyallahu Anh!

Bir kuş gölgesinde durdum
Mevsimlerden İskandinav ülkelerinden biriydi.
Unutum şimdi
Kartpostallarda yetiştirdiğimiz sevgi sözcüklerini,
Elektronik ortamlarda pazarlar olduk.
Kim. Kimi, ne kadar sevmeli diye
Televizyon programlarına çıktık.

Esmer kızın, "beni ne kadar çok seviyorsun?"
Sorusuna Karşılık.
Babamın ellerinden tutup
Babamla birlikte
Babamın çocukluğuna gittik.
Annem evlenmemiş henüz
Taptaze kızlığıyla evinin eşiğini süpürüyor hala...
"İşte bu kadar" dedim esmer kıza
"Hayattan payıma düşen yalnızlığım kadar sevdim seni…"

Çalan kapı zilleri
Bayat esen akşam rüzgarları
Kaldırım taşları mı bu şarkıları mırıldanan?
Açlıktan ölen çocukların boynundan büyük
Mezar taşlarının baş ucunda dua ediyordu tanrı.
Ara sokakların faili meçhul cinayetleri
Bilinmezlik felsefesine karşı
İsmini koymadığımız bu kuşatmada.

Gökkuşağını on iki renk yapabilmek için dövüşenler,
Ölüme küsenler,
İmparatorlara şiir yazanlar,
İnsan ancak severse icat edebilir.

Sevdiğim kadınların günahlarının önünde diz çöker gibi
Tekrar durdum esmer kızın önünde
Tezgahtar kızların maaşı kadar sevdim seni dedim

13 Haziran 2017 Salı

Özkan Günaydın / Tanrım Darılacaksın Belki Ama Biz Şebnemle Uçabiliyoruz

Herkesin en iyi olmaya çalıştığı bu çağda, biz Şebnemle en kötüsüydük. Sonra biraz telaş, biraz öteki, belki biraz siyah... Onu ilk gördüğümde, bir kaplumbağa hızıyla otobüs durağına doğru koşuyordu. "Merhaba hanımefendi. Lanet olsun çok güzelsiniz" diye bağırmıştım arkasından ama duymamıştı beni. Duymamak duyarsızlaşmayı da beraberinde getirir. Duyarsızlaşan bir toplum ise hep sessizlikleri tercih eder. "En büyük şiddet, sessizliktir." demişti oysa Hannah Arendt. Kısacası inkar politikalarının, otoriter iktidarların, soykırımların ana kaynağıdır sessiz kalan toplumlardır. Bakın ben bu Şebnemin beni duymama mevzusunu her türlü "faşist yönetimlere" bağlarım ama gerek yok şuan çünkü siyaset felsefesiyle işim olmaz.

Bin parçaya bölünen içimden onca yaşanmamışlıklar, pişmanlıklar, unutulmuşluklar çıktı da bir kendim çıkmayı başaramadım. Öyleydi işte! İnsanların bir kalbi yoktu ama hep varmış gibi bir şeylere üzülmeye çalışıyorlardı. Bu lanetli aynalarda, bu kimsesiz akşamlarda, bu adı konulmamış hüzünlerimizde her saat başı oturur bir sigara yakardık Şebnemle. Ve babası ölmüş çarşamba geceleri şiir okurduk birbirimize. Edebiyat karın doymuyor belki, bu konuda çok haklısınız ama biz ikimizi toplum denen bu iğrenç kalabalıklar bütününden çok güzel uzaklaştırmayı başarabiliyor.

Ben Şebnemin gülüşleriyle, omuzlarına değen kıvırcık saçlarının toplamıydım. Ona 21. yüzyılda aşık oldum, 22. yüzyılı yakmayı düşünüyorum. Ben biraz huy olarak Şebnem'e benziyordum, Şebnem ise denize küsmüş ama gidecek hiçbir yeri olmayan pembe bir ahtopa.

Ağaç boylarını geçen yüksek apartmanlar inşa ettiler. Bir köyün nüfusundan fazla olan kalabalıkları bu ucube beton yığınlarının içine sıkıştırdılar sonra. Kalabalıklaştıkça daha da yalnızlaştılar. Balkonu olmayan dairelerinde herbiri "Allah'ına kadar huzursuzdu" ama yaşamakla dalga geçer gibi apartmanlarına "Huzur Apartmanı" ismini koydular. Biz alçakta kalanların güneşini çaldılar. Kuşların yuva yapacağı tek bir ağaç bulamadığı, karıncaların asfalt yollar yüzünden yeryüzüne çıkamadığı, her bir yaşayanın gürültüden, kirden, umutsuzluktan zamanla tiranlaştığı metropoller cehennemin ta kendisidir. O yüzden cehenneme gitmemek için fazla çabalamayın, şuan tam ortasındasınız. Ne sevgi, ne kardeşlik, ne de barış  hiçbiri değil bunların; mecburiyetlerdir kusmak gibi mesela, topluca ölmek gibi, yalnız kalma korkusunu bir türlü yenememişliğin lanetidir aynı şehirlere tıkılarak yaşamamızın başlıca nedenleri biraz da.

İşte tüm bu hengamenin içinde Şebnem, Kalyoncu Apartmanındaki 4 numaralı dairesini yakmakta bir an bile tereddüt etmemişti. Devletin molotof yapılıyor diye benzin istasyonlarında aracı olmayan kişilere satışını yasakladığı için bir benzin bidonla değil de, nalburdan 5 liraya aldığı 50cl'lik sentetik tinerle yakmıştı üstelik. Birey özgürlüğünü savunan liberal kapitalist sistemin bir türlü anlamadığı nokta da buydu işte: bireysel özgürlük savsatasıyla tekleştirdiği, kimsesizleştirdiği, toplumdan yabancılaştırdığı kişiler; yalnızlığının kendisinden taşması sonucunda zamanla birer Herostratus'a, Spartacus'e ve dahi bir Torlak Kemal'e dönüşür. Hava yeni yeni aydınlanıyordu. Şubat ayazında üşüyen ellerini yaktığı evinin ateşine uzatıp bir süre ısıttıktan sonra paltosunun cebindeki paketten bir sigara yaktı kendine Şebnem. Çok mutluydu. Aklına "Normal biri durduk yere neden evini yakar ki arkadaş?" türü gerici ve yobaz soru gelenler siktirsin gitsin bu hikayeden. Determinist okuyucu istemiyoruz. Canı sıkılan bir insan bazen evini yakmasını sonra hiçbir şey olmamış gibi sabah da kalkıp rutin işlerine devam etmesini bilmeli, bunda herhangi bir çelişki göremiyorum ben. Ulusal basın her ne kadar bu kundaklamanın Kalyoncu apartmanın 200 metre ilerisindeki Küçükçekmece Vergi Dairesine yapılan bir terör eylemi olduğu haberleri yapsa da, Şebnem "Aziz Kamuoyuna Saygılarla" diye başlayan bir bildiriyle "Bu eylemin Kuzey Kutbu'nda katledilen fok balıkları adına yapılmış şahsi bir eylem olduğunu, sarışın kraliçeyi düşünüp otuz bir çeken avam kamarası üyelerinin ve saksına isyan eden radikal fesleğenlerin saldırıyla hiçbir alakasının olmadığını" gerekçeleriyle bir bir anlatmıştı.

Şebnem'e, otobüs durağına koşarken gördüğüm o günden iki hafta sonra Kadıköy'de bi anarşist cafede rastlamıştım. Ben de huydur gördüğüm güzel bi kadını asla unutmam.

"-Merhaba. İsminiz?" 
"-Şebnem"  
“-Ben de Atila. Tek 'T' ve tek "L" ile. 'Dinde Tanrı, politikada Devlet, ekonomide Mülkiyet; işte, kendine yabancılaşmış insanlığın kendi elleriyle teslim olduğu ve günümüzde artık reddetmesi gereken üçlü biçim budur'"
"-Proudhon / Sefelatin Felsefesi.  Anarşist misiniz?"
"-Esteğfurullah"
"-Bir kadınla tanışmak için kötü bir giriş ama"

Ben de yine huydur, aklıma koyduğum bir kadını ne yapar eder tavlamasını bilirim. Şebnemle üç yıl birlikteliğimiz oldu. Bu arada tekrarlıyorum anarşist filan değilim. Ortamlarını sevdiğim için gidiyorum yanlarına sadece, ara sıra da karı kız düşürmeye yahut beleş içki içmeye işte. Üç yılın sonunda Şebnem evini yakma manyaklığından sonra "kamu düzenini bozmaktan" tutuklanınca ayrıldım ben de kendisiyle. Elmas gibi pahalı bir yalnızlığım vardır. İdeolojilere inanmam. 21. yüzyıl hedonist okulu kurmak için çeşitli hazlar arıyorum. Tek kişilik özgürlüğümle mutluyum ben. Çin balıkçısı hikayesindeki Çinli balıkçı gibi gün boyu yan gelip yatıp bol bol sigara içiyorum ve Şebnem'i cezaevinde ziyaret etmeyi de düşünmüyorum.