5 Mart 2017 Pazar

Özkan Günaydın / Biz Madam Esra'yla Hiç Tanrı Görmedik

Bir filmde izlemiştim bir keresinde: Yaşlı bir adam, göl üstündeki küçük bir adada mısır yetiştiriyordu. Her sabah kalkar bir devlet memuru disipliniyle kayığına biner, yola koyulurdu.  Ama gölün dahil olduğu ülke sınırları içinde bir iç savaş vardı. Bir tarafta devletin silahlı güçleri, diğer tarafta asi milis güçler... İki günde bir, taraflardan birinin üniformalı askerleri gelip yaşlı adamın şarabını içip ekmeğini yer ve civarda ters giden bir şeylerin olup olmadığını sorarlardı. Bu hep böyle değil midir zaten? Üniforma giyenlerin olduğu yerde tiranlık olmaz mı? Acısı, bombası, tecavüzü, kahrı da savaş denen şeyin cabası değil midir? Böyle bir düzende yaşlı adam, adadaki mısır tarlasını çeteci iki taraflardan birine değil de bir bahar akşamı aniden bastıran yağmurla gelen sel sularına kaptırmıştı. Doğaya yenik düşmüştü mısır tarlası. Gölün taşmasıyla sular altındadır artık ada, yani yoktur. Tenha bir ormanın içinde yanlışlıkla bataklığa düşmüş bir kirpiye doğada hiçbir canlı yardım etmez, kirpinin çırpınması boşunadır, ölüm yavaş gelir çünkü.

İşte Madam Esra, bu çağ ormanın içinde bir mektup yazarıydı. Hayalinde iki farklı şehirde yaşayan iki kişi canlandırır; bu iki kişinin mektuplarında birbiriyle paylaştığı umutlarından, umutsuzluklarından, hasretlerinden, sevinçlerinden, yok oluşlarından bahsederdi. Zaten insan dediğimiz nesne hayal dünyasında yaşar; orda yemek yer, orda uyur, aşık olur, okula gider, isyan eder ve ne gariptir ki ölümü gerçek dünyada olur. Mektuplarını toparlıdığı üç kitabı yayımlandı Madam Esra'nın. Fakat bir tanesi bile tutmadı. Madam Esra yok gibi bir şeydi zaten. Hatta hiç yoktu. Belki hiç olmamıstı da. O kadar yoktu ki her gün okula gitmesine rağmen hep yok yazılırdı yoklama fişlerine, durakta el kaldırdığı halde  hiçbir belediye otobüsü onu farkedip durmazdı, transit çekip giden otobüslerin ardından bakakalırdı öylece. Apartmanlarındaki sensörlü lamba tek gün dahi algılamadı kendisini, seçmen listelerinde Madam Esra'nın adına rastlayan beri gelsin.

Madam Esra kendisinden başka hiç kimseydi şu hayatta, ve yorgundu. Çok sigara içerdi. İçindeki güvercini büyütmemeye yemin etmişti. Gününün yarısını aç, diğer yarısını çok sigara içmekten öksürerek ve balgam çıkararak geçirirdi. Yalnızlığı da çok boldu.  Bu dünya, yorgun bir kadına çok sigara içmekten kaldırımlara balgam tükürtecek kadar kötü bir yerdir işte. Şu şehir bir silkelenip kendine gelse Madam Esra'ya neler yaptığının bir fakına varsa bir ejderha gölgesinde asardı kendini. Madam Esra'yı soyun, karşınıza salt bir imparatorluk çıkar. O kadar despot, o kadar azınlık düşmanı yani.

Esra, üzme kendini bu kadar, bütün bu yaşananlarda senin suçun yok; dünya olmamış. Şimdi  nasıl anlatayım sana? Antik Yunan mitolojilerinin birinde tanrı olsaydım eğer, işi gücü bırakır ay sonları sana çiçekler alırdım, kıvırcık saçlarını ütülerdim, terleyen vücudunun her zerresine atom bombası atardım. "Eyy ruhunun en ayıp yerlerinden öptüğüm, dünya olmamış. İnan bana. Fazladan bir dal sigaran var mı?"

Madam Esra' ya kanser teşhisi koydular. Teşhisi koyan doktora göre çok sigara içmekten, dünya edebiyatçılarına göre ise hiç gülmemekten, bana sorarsanız yokluktan, yoksulluktan, şu hayatta tutacak bir el dahi bulamamaktan. Esra'yı bir boşluğun içine attım "Allah'ım Madam Esra sana emanet artık." Biz bu tartışmalar içindeyken Esra kanser teşhisi konulduktan üç ay sonra ölmüştü. Yukarıdaki kirpi olayını hatırlayın, doğanın hükmüdür bu. Mutsuz başlayan bir hikaye, mutlaka felaketle biter.

Madam Esra, beni duyduğunu biliyorum, unutma! Dünya olmamıştı. Senin suçun yok bunda. 
"Allah'ım gerçekten çok sigara içmekten mi?"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder