25 Ekim 2017 Çarşamba

Özkan Günaydın / Giriş, Gelişme ve İntihar

İlk yaktığım sigarayı söndürdükten on saniye sonra, sanki uzun süre hiç sigara içmemiş gibi hissedip ardına hemen bir sigara daha yakıyorum. Tam ikinci sigaramın bitmesine yakın, ikinci sigaramdan on saniye önce bir sigara yaktığım geliyor aklıma ve üzülüyorum. Üzüntüden oracıkta hemen bir sigara daha yakıyorum. Temmuzda hiç sevilmemenin lanetidir işte bu.. Bilinmeyen bir sonsuzluk dururken önümde, zarara uğruyorum böyle gün be gün. Ben bilmem “mutluluk” nedir diye. Peki neyime zarar? Cebime zarar, evimin nikotinden sararan perdelerine zarar, amına koyduğumun bu akciğerlerine zarar. Bunların tek tek farkındayım, ama yaşamak dediğimiz şey de zaten -yenik zamanların ve ziyan ettiğimiz eylemlerin toplamı- değil midir? Neyse lafı uzatmayayım, tüm bunlardan sıkılınca platonik aşık işine gireyim dedim ben de. Fazla bir getirisi yok, genelde ömürden götüren bir iş. SSK priminiz bile yatmıyor. Hiçbir sosyal güvenceniz de yok üstelik. Hepsini geçtim; paketlerce sigarası içmesi, kahrı, üzüntüsü, kumarı, caddeler de elleri cebinde yürürken öksürmesi de cabası. Baktım bu platonik denen illetin bir geleceği yok, üç yıldır çalışmadan katıldığım üniversite sınavına bu sefer de “çalışarak gireyim” dedim. Özel bir üniversitede tam burslu, mimarlık bölümünü kazandım. Mimar oldum olmasına ama mesleğimi para kazanmak gibi kötü şeyler için kullanmıyorum. Tamamen gönüllük esasına dayalı evsiz sokak hayvanlarına barınak yapmaya adadım. Gerçi belediye yetkilileri çarpık yapılaşmaya neden olduğu ve kaçak elektrik ile su kullanıldığı bahanesiyle anında gelip yıkıyorlar ama olsun, biz yılmayacağız. Bir serçenin veya bir kedinin yahut bir dinozorun kullandığı kaçak elektrikten ne olacak ki sanki lan? Ama gel de anlat işte bu ihaleye fesat karıştıran orospu çocuklarına. Cüzdanımda da hep küçük bir nazar boncuğu vardır. Nazara inanmam. Nükleer bir savaş patlak verirse eğer ileride, kendimce aldığım ufak bir önlem sadece.

Tufan abi eve yalnız dönenlerin peygamberiydi. Ucu bucağı olmayan bu şehirde, sanki bir sabah lekesiydi. Ne geleceğe dair bir tasası vardı, ne de tek kişilik yalnızlığında, bu dünyaya verebileceği herhangi bir şeyi. Yaşamını özetleyen bir kanun çıkmamıştı daha TBMM’den. Yalnızca bir boşluğa inanıyordu. Düşünsenize, inandığı sadece bir boşluktu… Herkes kendi sonun celladıdır. Tufan abininkisi de böyle oldu biraz. Liseden Türkçe derslerine giren Ayça öğretmene aşıktı. Ama tek taraflı bir aşktı onunkisi. Bu tek taraflı aşk uğruna ne yaptıysa olmadı Tufan abi. Aşk mektupları ve şiirleri yazdı olmadı. Babasının minibüsünün arkasına “elbet bir gün kavuşacağız, zira Zeki Müren yanılıyor olamaz” diye yazdı olmadı.  5 TL ücretle 2233’e sms göndererek  Kral Tv’de alt yazıyla aşkını ilan etti de altmış milyona; yine olmadı. Yazıyı okul müdürü görünce, okuldan atıldı hatta. Bilirsiniz müdürler göt olur. Tam sekiz yıl sürdü platonik aşkı Tufan abinin. Dokuzuncu yılın sonunda Ayça öğretmen bir polis memuruyla nişanlandı. Platonik aşk böyle lanet bir şey işte. Sen kalk birini put yerine koy, sonra ona sekiz yıl boyunca tap, o kalksın başkasıyla nişanlansın. Sevmek hemhal olmaktır. Tufan abi haberi alınca çılgına döndü tabi. İlk iki gün Jean Valjean gibi yokluk içinde dolaştı sokaklarda, ikinci günün gecesinde, üstüne “sikerim böyle aşkın ızdırabını” yazdığı dört molotofu, Ayça öğretmenin nişanlısı polis memurunun evine salladı.  Adeta o yoksul köylü Valjean gitmiş, yerine sanki kahpe Brütüs gelmişti. Emniyet güçleri her ne kadar bu olayın altında terör bağlantısı arasa da, cumhuriyet savcılığı dosyayı “halk arasında korku ve panik yaratmak amacıyla tehdit, kundaklama ve suç işlemeye tahrik” adı altında taşıdı mahkemeye. Velhasıl kelam Tufan abiye kırk beş yılı kilitlediler. Ama delikanlı adam çıktı Tufan abi, on duruşmaya çıkardılar da, hiçbirinde “pişmanım” demedi.

Rehan bu hayatta kalabalık birisi değildi ama çok güzeldi; bir milyon tane böyle, üç kilo mandalina gibi, bir semt kahvehanesinin çift şekerli oraleti kadar hem de. Viyana eriği gözleri ve tarhana çorbası sıcaklığındaki teniyle tanrıları büyüleyecek bir havası vardı.  Çoklar nasılsa hep yanılır. Yalnızlığı Musa’nın asasından geliyordu.  Rehan’ın uykusuzluklarını, kitaplarını, mor rujunu, acılarını, sarı bulaşık bezini ve sabahları kalktığında anlamsızca baktığı odasının duvarlarını saymazsak eğer, bilen bir özne olarak şu hayatta tek başınaydı. Plastik Çiçeklerle Mücadele Platformu üyesiydi. Acıbedem’den Bahariye caddesine yürüdüğü zamanlar da Ahmet Erhan şiirleri okurdu hep. Rehan ne zaman ölecek tanrım? Genelde akşamüstleri müsait oluyor ama yine de sen bilirsin.. Platonik bir aşık olarak kalbi tesirli bir el bombası gibi dağılmıştı belki ama, Sağlık Bakanlığının “sigaranın zararlarını” anlatmak için çektiği kamu spotunda, sigaranın mahvettiği insan öykülerini izledikçe peş peşe sigara yakacak kadar da hassas biriydi. Rehan yalnız geceler de imalat hatası kelimeleri bir araya getirerek duygusal cümleler kurar ve sonra da onlara bir güzel sarılarak uyurdu. Buradan “bir şeyi bir şey yapan "şeyin" bilgisini” arayan doğa filozoflarına sesleniyorum “yalnızlığı yalnızlık yapan şeyin ta kendisidir” Rehan. Ayağınızı denk alın! Sakın ona bulaşmayı aklınızdan dahi geçirmeyin yoksa sikerim hepinizin geçmişini, orospu çocukları.. Rehan’ın tamir edip onardığı umutları, içindeki yaraları kapatmaya yetmiyordu. Bir defasında uzakta bir yerlerde yağmurdan ıslanan şarkılarla bile küs olduğu zaman “her şey çok güzel olacak, göreceksin bak” demişti kendi kendine; sonra çevresinden yabancılaştı, saksıdaki çiçeğini vurdular, pembe tokasını kaybetti ve isminin anlamını hatırlamamaya başladı. O günden sonra her şey bombok olmuştu yani hayatında. Rehan’ın kalbi bir kaset değildi ve içine kalem sokup geriye doğru saramıyordu. Geçmişle geleceğin buluştuğu noktada zaman kavramını yitirir insan. Dile kolay tam on yaşına gelmişti yalnızlığı. Bu hayatta geçici bir iz bırakamayanlar, zamanı geldiğinde nüfus cüzdanını sehpanın üstüne koyup, gitmesini de bilmeli. Ne diyordu kitapta? “İntihar, nefsi müdafaadır.” Nitekim dünyaya tenha bir pencereden bakan Rehan’da öyle yaptı. Üç yıl Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde tedavi gördükten sonra doktorları: “tedavi süreci olumlu geçti, artık toplum içine çıkabilir” deyip taburcu ettiği günün akşamı, evinde kendini astı. Hastaneden çıkınca evine kadar yürüdü Rehan. Ama bulutlar çöken yüreği hala yerinde duruyordu. Omuzlarına değen saçlarının ağırlığını, evinin dağınıklığını topladı uzunca süre. Balkonunda son defa bir sigara daha içti. Ağlayan bir ağacın komşusuydu Rehan. Kendine bir karanfil mezarlığı satın almayı da unutmadı. Muazzam bir gece vardı dışarıda ve  “yalnızlıkça” diliyle üşüyen bir sürü sokak lambası. Rehan onlardan birisiydi işte.. Ben de öyleyim. Yanılmıyorsam, insan bir felakettir. Sehpanın üstüne pembe kimliğini ve başı “tükeniyoruz, lütfen hassas olmaktan vazgeçin” cümlesiyle başlayan, sonu ise “ kısa not: insanlara sakın alışmayın” diye biten intihar mektubunu bıraktıktan birkaç “ahh” dakika sonra, karşısındaki boy aynasında ayakları havada sabitlenip kaldı öylece. Akşam sabah hem de, akşam sabah.. Rehan’la aynı yerlerden kırılmıştık fakat onun uçurumu daha yüksekti.


Tufan abiyi siktir edin, onun durumu iyi. Koğuş ağası olmuş içeride, haberleri geliyor. Keyfi de yerindeymiş. Ama Rehan mutsuzdu. Bir Olimpos tanrısı gibi... İşte bizler Rehan’ın mutsuzluğunun hesabını soracağız bu dünyadan.

27 Eylül 2017 Çarşamba

Özkan Günaydın / No:51'deyim

Çok yoksulluk öksürtüyorken böyle beni
Hani çok güzelsin ya şimdi sen
İnsan olmak gibi rasyonel günahlarımız var.
Bir kilo tuz 50 kuruş, yara bedava
Yanmış bir kilise kadar, gitmiştim
Şen olsun Ergani asfaltı
Kahrolsun İstanbul borsası
Gel birlikte Amerikayı sömürelim
No:51’deyim

Senin politik bakışların, benim yalnız yürümelerim
Mars düşmemiş, daha titremiyorken ellerim
Bir otobüs gelip,  durakta otobüs bekleyen kim varsa; alıp götürüyor sonra
Herkeste bir uzaklara gitme isteği
Bense eflatun bir temmuzla diş dişeyim
Varşova radyosunda yenilmiş bir çığlık
Cebimde bir otobüs durağı üstelik
Unutulmuş olan da, en az ölmüş kadar sessizdir.
Whatsapp’tan konum atıyorum, No:51’deyim

Birbirine uzanan saçlarımız, ve dahi birbirine değen diz kapaklarımız var
Senin bana bir ömür boyu güzel bakmak, benimse sana bir paket kısa Marlboro borcum var.
Bir şeyin var olduğunu ama onun özünün var olamadığını söyleyemezmişiz
Diyalektikçe yağan yağmur
Ve Hitlerci bir gece
Ölüyor muyuz? Parasız bir hakikat gibi.
Biraz hep terk edilenler, biraz hiç sevilmeyenler, biraz köyü yakılanlar
İşte MİT ajanları, işte CEO’lar, İşte plaza müdürleri
Allah’ım bu devlet denen ölüm fabrikasıyla başımız fena halde dertte
Bu ölüm fabrikası denen put, sence de yıkılsın mıydı Allah’ım?
Alo, 155 polis imdat mı?
Amirim no:51’deyim

AVM’leşen kalpler var, ulusal medya patronlarının dayattığı hüzünler
Bence en güzeli hiç bilmemek, çok konuşmamak, acayip özlememek
Susmak, ibadet sayılsın.
Her şeyin çarçabuk tüketilmediği
Avcı-toplaycı bir dünya arıyorum.
Ne kadar çok felsefe, işte o kadar çok Nietzsche
Yani bi o kadar çok; iyi geceler öpücüğü sonra yaşanmamışlıklar ve pişmanlıklar
Belki bir süre sonra laiklik.
Garson! Ahireti topla, masa kalsın
Tükeniyoruz, lütfen hassas olmaktan vazgeçin artık
Bütün ülke bayrakları misali; böyle uzaktan çok çirkinsin
Bir hürriyet gibi, yanımdayken çok güzelsin sen

Hala No:51’deyim

25 Haziran 2017 Pazar

Özkan Günaydın / Radiyallahu Anh!

Bir kuş gölgesinde durdum
Mevsimlerden İskandinav ülkelerinden biriydi.
Unutum şimdi
Kartpostallarda yetiştirdiğimiz sevgi sözcüklerini,
Elektronik ortamlarda pazarlar olduk.
Kim. Kimi, ne kadar sevmeli diye
Televizyon programlarına çıktık.

Esmer kızın, "beni ne kadar çok seviyorsun?"
Sorusuna Karşılık.
Babamın ellerinden tutup
Babamla birlikte
Babamın çocukluğuna gittik.
Annem evlenmemiş henüz
Taptaze kızlığıyla evinin eşiğini süpürüyor hala...
"İşte bu kadar" dedim esmer kıza
"Hayattan payıma düşen yalnızlığım kadar sevdim seni…"

Çalan kapı zilleri
Bayat esen akşam rüzgarları
Kaldırım taşları mı bu şarkıları mırıldanan?
Açlıktan ölen çocukların boynundan büyük
Mezar taşlarının baş ucunda dua ediyordu tanrı.
Ara sokakların faili meçhul cinayetleri
Bilinmezlik felsefesine karşı
İsmini koymadığımız bu kuşatmada.

Gökkuşağını on iki renk yapabilmek için dövüşenler,
Ölüme küsenler,
İmparatorlara şiir yazanlar,
İnsan ancak severse icat edebilir.

Sevdiğim kadınların günahlarının önünde diz çöker gibi
Tekrar durdum esmer kızın önünde
Tezgahtar kızların maaşı kadar sevdim seni dedim

13 Haziran 2017 Salı

Özkan Günaydın / Tanrım Darılacaksın Belki Ama Biz Şebnemle Uçabiliyoruz

Herkesin en iyi olmaya çalıştığı bu çağda, biz Şebnemle en kötüsüydük. Sonra biraz telaş, biraz öteki, belki biraz siyah... Onu ilk gördüğümde, bir kaplumbağa hızıyla otobüs durağına doğru koşuyordu. "Merhaba hanımefendi. Lanet olsun çok güzelsiniz" diye bağırmıştım arkasından ama duymamıştı beni. Duymamak duyarsızlaşmayı da beraberinde getirir. Duyarsızlaşan bir toplum ise hep sessizlikleri tercih eder. "En büyük şiddet, sessizliktir." demişti oysa Hannah Arendt. Kısacası inkar politikalarının, otoriter iktidarların, soykırımların ana kaynağıdır sessiz kalan toplumlardır. Bakın ben bu Şebnemin beni duymama mevzusunu her türlü "faşist yönetimlere" bağlarım ama gerek yok şuan çünkü siyaset felsefesiyle işim olmaz.

Bin parçaya bölünen içimden onca yaşanmamışlıklar, pişmanlıklar, unutulmuşluklar çıktı da bir kendim çıkmayı başaramadım. Öyleydi işte! İnsanların bir kalbi yoktu ama hep varmış gibi bir şeylere üzülmeye çalışıyorlardı. Bu lanetli aynalarda, bu kimsesiz akşamlarda, bu adı konulmamış hüzünlerimizde her saat başı oturur bir sigara yakardık Şebnemle. Ve babası ölmüş çarşamba geceleri şiir okurduk birbirimize. Edebiyat karın doymuyor belki, bu konuda çok haklısınız ama biz ikimizi toplum denen bu iğrenç kalabalıklar bütününden çok güzel uzaklaştırmayı başarabiliyor.

Ben Şebnemin gülüşleriyle, omuzlarına değen kıvırcık saçlarının toplamıydım. Ona 21. yüzyılda aşık oldum, 22. yüzyılı yakmayı düşünüyorum. Ben biraz huy olarak Şebnem'e benziyordum, Şebnem ise denize küsmüş ama gidecek hiçbir yeri olmayan pembe bir ahtopa.

Ağaç boylarını geçen yüksek apartmanlar inşa ettiler. Bir köyün nüfusundan fazla olan kalabalıkları bu ucube beton yığınlarının içine sıkıştırdılar sonra. Kalabalıklaştıkça daha da yalnızlaştılar. Balkonu olmayan dairelerinde herbiri "Allah'ına kadar huzursuzdu" ama yaşamakla dalga geçer gibi apartmanlarına "Huzur Apartmanı" ismini koydular. Biz alçakta kalanların güneşini çaldılar. Kuşların yuva yapacağı tek bir ağaç bulamadığı, karıncaların asfalt yollar yüzünden yeryüzüne çıkamadığı, her bir yaşayanın gürültüden, kirden, umutsuzluktan zamanla tiranlaştığı metropoller cehennemin ta kendisidir. O yüzden cehenneme gitmemek için fazla çabalamayın, şuan tam ortasındasınız. Ne sevgi, ne kardeşlik, ne de barış  hiçbiri değil bunların; mecburiyetlerdir kusmak gibi mesela, topluca ölmek gibi, yalnız kalma korkusunu bir türlü yenememişliğin lanetidir aynı şehirlere tıkılarak yaşamamızın başlıca nedenleri biraz da.

İşte tüm bu hengamenin içinde Şebnem, Kalyoncu Apartmanındaki 4 numaralı dairesini yakmakta bir an bile tereddüt etmemişti. Devletin molotof yapılıyor diye benzin istasyonlarında aracı olmayan kişilere satışını yasakladığı için bir benzin bidonla değil de, nalburdan 5 liraya aldığı 50cl'lik sentetik tinerle yakmıştı üstelik. Birey özgürlüğünü savunan liberal kapitalist sistemin bir türlü anlamadığı nokta da buydu işte: bireysel özgürlük savsatasıyla tekleştirdiği, kimsesizleştirdiği, toplumdan yabancılaştırdığı kişiler; yalnızlığının kendisinden taşması sonucunda zamanla birer Herostratus'a, Spartacus'e ve dahi bir Torlak Kemal'e dönüşür. Hava yeni yeni aydınlanıyordu. Şubat ayazında üşüyen ellerini yaktığı evinin ateşine uzatıp bir süre ısıttıktan sonra paltosunun cebindeki paketten bir sigara yaktı kendine Şebnem. Çok mutluydu. Aklına "Normal biri durduk yere neden evini yakar ki arkadaş?" türü gerici ve yobaz soru gelenler siktirsin gitsin bu hikayeden. Determinist okuyucu istemiyoruz. Canı sıkılan bir insan bazen evini yakmasını sonra hiçbir şey olmamış gibi sabah da kalkıp rutin işlerine devam etmesini bilmeli, bunda herhangi bir çelişki göremiyorum ben. Ulusal basın her ne kadar bu kundaklamanın Kalyoncu apartmanın 200 metre ilerisindeki Küçükçekmece Vergi Dairesine yapılan bir terör eylemi olduğu haberleri yapsa da, Şebnem "Aziz Kamuoyuna Saygılarla" diye başlayan bir bildiriyle "Bu eylemin Kuzey Kutbu'nda katledilen fok balıkları adına yapılmış şahsi bir eylem olduğunu, sarışın kraliçeyi düşünüp otuz bir çeken avam kamarası üyelerinin ve saksına isyan eden radikal fesleğenlerin saldırıyla hiçbir alakasının olmadığını" gerekçeleriyle bir bir anlatmıştı.

Şebnem'e, otobüs durağına koşarken gördüğüm o günden iki hafta sonra Kadıköy'de bi anarşist cafede rastlamıştım. Ben de huydur gördüğüm güzel bi kadını asla unutmam.

"-Merhaba. İsminiz?" 
"-Şebnem"  
“-Ben de Atila. Tek 'T' ve tek "L" ile. 'Dinde Tanrı, politikada Devlet, ekonomide Mülkiyet; işte, kendine yabancılaşmış insanlığın kendi elleriyle teslim olduğu ve günümüzde artık reddetmesi gereken üçlü biçim budur'"
"-Proudhon / Sefelatin Felsefesi.  Anarşist misiniz?"
"-Esteğfurullah"
"-Bir kadınla tanışmak için kötü bir giriş ama"

Ben de yine huydur, aklıma koyduğum bir kadını ne yapar eder tavlamasını bilirim. Şebnemle üç yıl birlikteliğimiz oldu. Bu arada tekrarlıyorum anarşist filan değilim. Ortamlarını sevdiğim için gidiyorum yanlarına sadece, ara sıra da karı kız düşürmeye yahut beleş içki içmeye işte. Üç yılın sonunda Şebnem evini yakma manyaklığından sonra "kamu düzenini bozmaktan" tutuklanınca ayrıldım ben de kendisiyle. Elmas gibi pahalı bir yalnızlığım vardır. İdeolojilere inanmam. 21. yüzyıl hedonist okulu kurmak için çeşitli hazlar arıyorum. Tek kişilik özgürlüğümle mutluyum ben. Çin balıkçısı hikayesindeki Çinli balıkçı gibi gün boyu yan gelip yatıp bol bol sigara içiyorum ve Şebnem'i cezaevinde ziyaret etmeyi de düşünmüyorum. 

22 Mayıs 2017 Pazartesi

Özkan Günaydın / Kolyesini Kaybeden Güzel Kız.

İsa'yı Çarmıhtan kurtarırsam; O Zaman Beni Sever Misin Kolyesini Kaybeden Güzel Kız?


(Not: Gerçek hayatta sevdiğini yastığının başucunda yaşatamayanlarla,  bir ömür boyu  aklında taşıyanların savaşıdır bu.)

Uzun süre kozmos'un ücra sokaklarında gezinip durdum. İntikam alacak bir şeyler aradım gün boyu kendime, bulamayınca da cebimdeki uluslararası jetonu çıkartıp herhangi bir tanrıçaya ulaşmaya çalıştım. "Alo, beyfendi iyi günler. Ben Satürn'den arıyorum. Marilyn Monroe hanımefendi orada mı acaba? Alo, Aloo!! Amına koyayım çok yalnızm lan! Ne olur biriniz de konuşsun benimle. Alo, aloo!! Kahretsin hatlar yoğun sanırım."

Fizik biliminde "uzaklaşmanın" yasası şöyledir: seni kuvvetle çeken şeyden kaçmayı denersen, etrafında dönmeye başlarsın. Uzaklaşmanın tek yolu: durmaktır. " beni tanıyanlar bilir; bilime sonsuz saygım vardır, ben de park ettim kimsesizliğimi bir kilesinin önüne.  Şuan sonsuz duruyorum.

"Alo, Marilyn? Marlyn diye biri yok mu? Orası da İlçe Emniyet Müdürlüğü mü? -O zaman Faysal Amir lütfen. Amirim benim tanıdınız mı? Geçen gün 2911 sayılı toplantı ve gösteri kanuna muhalefetten içeri alıp bi güzel dövdüğünüz gruptaki o çakma filozof. Şey diyeceğim amirim: şöyle işinin ehli, mesleğine saygı duyan tanıdığınız bi kiralık katil var mı? Beni kaç paraya vurur tahminen? -Efendim? Sağlıklı  duyamıyorum küfürleriniz şuan amirim, çeken bir yere geçerseniz sevinirim. Ne? Siktirip gideyim mi? Telefondan yer tespiti yaptınız, eve baskına mı geliyorsunuz? Ya amirim gelirken aşağı tekelden üç kutu kırmızı tuborg, bi pakette kısa samsun alsanız da, ben size burda parasını ödesem olur mu?

Adam yanlızlığını kusuyor kağıtlara, üstüne kalkıp yarışma adı altında bir de ödül veriyorlar. Gerçekten yaşamak denen şey çok çirkin bir eylem hali. Refik abi yenilgisine inanmış bi şairdi. Evinin sokağında saatlerce yürümesi ömrüyle yaşıttı. Ağzındaki sigarayı putu yapmıştı kendisine, ona ibadet ediyordu. Biz intihar etmesinden korkuyorduk, sırtından vurdular. Çok öksürüyordu, çok öksüren birini sırtından vuracak kadar orospu çocuğuydu işte düşmanları. Öldü, öldüğünü bile söylemediler hiç birimize. Şehrin burjuvası mutluluk şarhoşu. Refik abi tanrının bu dünyadaki en büyük hatasıydı ve çok göze batıyordu.  Düşünce ve varlık, tin ve doğa, sevgi ve nefret, özne ve nesne, savaş ve barış, Refik abi ve ölüm. Hiç yakışmadı yan yana. Güle güle Refik abi, hoşçakal.

"Alo, Marilyn? Efendim, Nazilli Kerhanesi mi orası? Yok yok yanlış numara olması sorun teşkil etmez benim için. Hanımefendi Marilyn ordaysa söyler misiniz havalar iyice soğudu gece uyurken mutlaka üstünü örtsün. Sapık değilim hanımefendi nereden çıkarttınız şimdi bunu? Sonuçta ben de şu hayatta hiç anlayanı olmamış bir ezilenim.  Hem gecesini aydınlatmak için cebinde gün ışığı biriktiren birinden sapık mı olurmuş hiç? Kimsesizliğiyle yaşayan bir hiçim o kadar. Bu hayatın en dibindeyim ve yukarıya çıkmak için nedenler arıyorum kendime. 220 numaradaki Aysel müsaitse yaşamak için nedenim olabilir mi? Bi sorsanız kendisine? Sormayı sakın unutmayın olur mu? Zira bir orospunun şefkatine muhtacım.

Socrates'e birisi için "seyahat onu hiç değiştirmedi" demişler. O da; "gayet tabi, çünkü kendisini de beraber götürmüştür" demiş. Çok giden gördüm ama içini de alıp gidene hiç rastlamadım. Benim içlerim ki; olur olmadık zamanlarda kanamalarıyla meşhurlardır. Yalnızlığı ellerinden yakalayıp "Ne olur, bari sen gitme" diyecek kadar yalnızdım. Neden ve nasıllarım yoktu. Şimdi kendi çoğunluğumla bakıyorum maviye.

"Alo Marilyn? Yanlış numara mı, ben kimi mi aramışım? Marilyn diye biri yok ve orası T.C Maliye bakanlığı mıymış? O vakit Maliye bakanı lütfen. Maliye bakanıyla ne hakkında mı konuşacak mışım ?  Bir film projem var da hanımefendi, ona kaynak arıyorum. Mümkünse  Gayrisafi Milli Hasıla'dan payıma düşen on bin dolarımı istiyorum. Lütfen bu talebimi mi kendisine iletir misiniz? Derhal telefonu kapatmazsam başım belaya mı girecek? Hanımefendi elini hangi cebine atsa yalnızlığıyla karşılaşan birini tehdit ettiğinizin farkında mısnız? Hem beni tehdit edemezsiniz, sonuçta benim ödediğim vergiyle maaşınızı alıyorsunuz. On bin dolarımı verin lannnnn! Neyse ben sonra yine ararım, İyi çalışmalar.

Kahireli fahişelerin şiirini yazan birini kim sever artık? Kadın intihar edecek, kendini atacak bir gökyüzü bulamıyor. Ne yapsın zavallı; acılarına sarılıyor sonra. Yüz yılardır hayatın nihai manası için "mutluluk nedir?" sorusunun cevabını aradı filozoflar, halbuki en ideal yaşam için tek formül "unutmak"tı. Unutmayı başarabilen varoluşun gayesini de gerçekleştirmiş sayılsın. Hiç sevilmedim; ama 'çok sevmeleri' unuturum mesela. Sonra balkondan dökülen çocukluğumu, küllükte yanan sigaralarımı, yaşayamadıkları mı, hayallerimi, kaybettikleri mi, kavuşamadıkları mı en iyi ben unuturum. En sonunda da günler önce seviştiğin birini bir sınav günü okulun merdivenlerinde görürsün , nefretle bakıyordur sana artık "Merhaba." "Defol be geri zekalı." doğruya ben terk etmiştim onu, o kadar aramıştı da açmamıştım telefonu. kendimi de unutuyorum bazen.

Siz hiç, çok güzel bir kadının resmine saatlerce bakmaktan, resimdeki o çok güzel kadını konuşturmayı başardınız mı? Ben başardım işte. "Yeter, yeter bakma; sayende güzelliğimden iğreniyorum artık" dedirttim. Nehir oldum kendi içime döküldüm sonra. Ve git gide gidiyorum buralardan. Üstelik arkamdan bir "elveda" diyecek biri bile bırakmadan. Acayip elveda! "Alo Marilyn?"

28 Nisan 2017 Cuma

Özkan Günaydın / Sen Hiç Bir Gülün Hacmini Ölçtün mü Be Müezzin Abi?

Çok sevdim be müezzin abi. Hani “Bir insan bir insanı bu kadar da çok sevmez ki kardeşim!” derler ya; İşte o kadar çok sevdim. On altı yaşında sigaraya başlayacak kadar çok hemde. Bu resmen akciğer kanserine tek kişilik davetiye yollamaktır. Ölümü hiçe saymak, Azrail Aleyhisselama rest çekmektir. Bu benim yaptığımın Skolastik felsefede idamdır cezası.
İki sınıf üstümde 11/C’de okuyordu Nergis. Şimdi nasıl biriydi, neye benziyordu uzun uzadıya anlatmayayım teravi namazına geç kalırız. Ama onu çok sevdim be abi. Enflasyonun çift rakamları gördüğü, beş yüz bin atanamayan öğretmenin beklediği, dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırını dört bin lira hesaplandığı, işsizlik oranının %14,3 olduğu bu ülkede başka hiç bir dert yokmuş gibi oturdum onu çok sevdim. Üstelik Kimseye de söylemedim. Kendisine bile. Hem ben edebiyatta muhafazakar biriyimdir. Bir şair sevdiği kızı ne diye anlatır şiirlerinde herkese. Onu tanımalarına nasıl izin verir? Bir türlü aklım almıyor.

Nitekim benden başka sevenlerde vardı Nergis’i. Annesi çok seviyordu mesela, okuldaki öğretmenlerinin hepsi çok memnunmuş kendisinden, bir de karşı apartmandaki askeri lisede okuyan mahallenin en yakışıklı çocuğu Kemal’de seviyordu Nergis’i. Ortalık bu kadar çok rakiple doluyken "arz talep meselesidir" şansın iyice dibe vurur. Liberal ekonominin en can alıcı kuralıdır bu. Hal böyle olunca beni hiç sevmedi Nergis. Bir gülüşü vardı müezzin abi Mahsuni Şerif görse rakıyı bırakırdı. Bu kadar güzel gülen birinin olduğu okulda benim gibi bir çirkinin ne işi olabilirdi ki.?
Son zamanlarda Dersleri siklememeye ve okulu asmaya başladım. Aşağı mahalledeki bilardo salonunda takılıyordum. Tufan abiyle hesabına oynadığımız müsabakada tam sekiz numaralı siyah topu ters pilaseyle orta deliğe sokmayı planlamışken babam çıka geldi. Kaş göz işaretiyle dışarıya çıkmamı söyledi. Genelde sinirlenince yapar bu hareketini. Tufan abiye kısık sesle "Ben bitmez demedikçe asla bitmez, bekle geliyorum" deyip babamın arkasından dışarıya çıktım. “Derslerini boşlamışsın, bütün öğretmenler şikayetçi senden. Zaten kaç gündür okula da uğramıyor muşsun. Bir sıkıntın mı var, hasta mısın diyeceğim ama akşam sofraya oturdumu iki somun ekmeği yiyorsun amına koyayım” dedi. Tabi orada “Nergis'in gülüşüne maruz kalmamak için gitmiyorum artık okula baba” diyemedim. Bizde aile büyüklerine saygı sonsuzdur. “Eğer okumayacaksan söyle seni Cengiz’in restaurant’ına göndereyim, hiç değilse elinde bir mesleğin olur” deyince “Fark etmez baba” dedim.

Cengiz abi babamın çocukluk arkadaşıydı. Babadan varlıklı biriydi. Her ne kadar meşhur olmasa da lüks bi restaurant işletiyordu kasabada. Babamın çocukluk arkadaşı olması nedeniyle komilik yapmadan direkt garson olarak başladım işe. Cengiz abi çok iyi biriydi ama komilerin bahşiş kutusundan para çalıyordu. Bir gün dayanamadım. “Cengiz abi, senin bu yaptığına kutsal kitaplarda kul hakkına girmek, sosyalist ideolojide emek hırsızlığı, halk dilinde de orospu çocukluğu derler” dedim. Adam ateş küpüne döndü. Beni şef garsonuna nasıl dövdürdüğünü, ardından nasıl kovdurduğunu uzun uzadıya anlatmayayım şimdi... Eve geldiğimde babama çoktan haber ulaşmıştı. “Lan yavşak! Seni adam ol, bi meslek elinde olsun diye işe koyuyoruz. Sen komünistlik mi yapıyorsunuz orada” cümlesinin sonunu getirmeden sağ tekme salladı iki tane ardı ardına “Ne komünistliği baba Marks okumak için çok erken daha” dedim tam buzdolabına çarpıp yere düştüğüm esnada. “Hem ben gelirken yolda çok düşündüm. Okula dönmeye karar verdim” diye de ekledim annem ağlayarak beni yerden kaldırırken. “siktir git lan dedi. Bir hafta odandan dışarı çıkmak yok sana. Tam iki tekmeyle yırttık derken bu kez anneme dönerek “üç gün boyunca tek öğün yemek veriyorsun bu ite. Fazlası yok. Sabah mı, öğlen mi yoksa akşam mı olduğuna kendisi karar versin” dedi. İşte böyle de demokrasiye inanan biridir benim babam. Mahali seçimlerde MHP’ye , genel seçimlerde Fazilet Partisine oy verdiğini asla anlamazsınız dışarıdan bakınca.

Velhasıl kelam ertesi sene okula tekrar başladım. Nergis mezun olmuş ODTÜ Nükleer fizik mühendisliği bölümünü kazanmıştı. Ben de eskisi gibi derslerime çalışıp İstanbul üniversitede Kimya bölümünü kazandım. Kemal boş durur mu o da Mamak barış gücüne teğmen olarak atanmış. Sakarya caddesinde bi barda karşılaşmışlar tesadüfen Nergisle . Muhabbet filan derken Facebook'ta eklemişler birbirini sonra işte evlenmişler müezzin abi. Geçen ortak arkadaşlar vesilesiyle gördüm. İki tane de çocukları olmuş. Dördünün fotoğrafı vardı profil resimlerinde. Ama Allah'ı var tam Türk aile yapısına uygun çok güzel bir çekirdek aile olmuşlar. Ben hiç evlenmedim işte. Belki Nergis'i sevdiğimi hiç söylemedim, ona şiirler yazmadım ama normal ettiğimden daha da çok dua ettim Allah'a. Ramazan ayının şu son teravisinde yer yüzüne inen melekler şahidim olsun ki çok sevdim be müezzin abi. Neyse hadi kalkalım istersen saflar sıklaşmıştır şimdi.

17 Mart 2017 Cuma

Özkan Günaydın / Şiir, Roma İmparatorluğundan Büyüktür.

Gecekondusunda, 
Dört çocuğu ve çirkin karısıyla birlikte yaşayan inşaat işçisi bir babanın, 
Akşam yemeğinden hemen sonra yaktığı sigaradan aldığı, 
İç huzuru bizlerden de mahrum etme yarabbi.
(Amen)
Allah’ım tam burada
Evet evet, az ilerde solda
Bir retrica sabahının köründe
Ve her gün nefretle doğan güneşin sağır edici sessizliği.
Sen, çayın demi, ben, defneler
Kavuşsak mı artık diyorum bir şiirde?

Allah’ım, kuşun adı Manolya
Ama Manolya bir kuş değil.
Duasını bitireni sırayla vuruyorlar işte Gazze’de
İsrail zalimine şöyle müttefik ayetler mi savursak?
Theodor Adorno "eleştirel toplum teorisinde" aklın nesnel olmadığını ispatlayamadan göçtü
Muhammed Ali'de zenci hala bu arada.
Yüzde yetmişe varan indirimler, alışveriş merkezleri, tüketim toplumu, kredi kartı borçları
Böyle böyle ölüyoruz işte her dakika
Gülmeden, birbirimize bakmadan, korka korka
Ve ödediğimiz vergilerin hesabını devletten soramadan.

Evet kavganın tam ortasındayız
Ölelim istiyorsan? 
Sıramız geldiyse söyle.
(Şiir ayrı)
Salıncak sıramızı, 
Makinelerin arasında yüzü esmerleşmiş, yumruğu sıkılı çocuklara vermesini de biliriz.
Rengarenk şehirlerden, mağaralarımıza dönüyoruz, döneceğiz belki.
Daha özgür, daha anneannelerimiz anlattığı ninnilere inanarak.
İşte bunların hepsini bir bir anlatıyorum yazdığım yeni anayasada 
Allah'ım leylâ çok güzel olmuş
Ama ülkeyi yönetenler katil.
(Aşk ayrı)
Leyla’yı da çağıralım mı?

5 Mart 2017 Pazar

Özkan Günaydın / Biz Madam Esra'yla Hiç Tanrı Görmedik

Bir filmde izlemiştim bir keresinde: Yaşlı bir adam, göl üstündeki küçük bir adada mısır yetiştiriyordu. Her sabah kalkar bir devlet memuru disipliniyle kayığına biner, yola koyulurdu.  Ama gölün dahil olduğu ülke sınırları içinde bir iç savaş vardı. Bir tarafta devletin silahlı güçleri, diğer tarafta asi milis güçler... İki günde bir, taraflardan birinin üniformalı askerleri gelip yaşlı adamın şarabını içip ekmeğini yer ve civarda ters giden bir şeylerin olup olmadığını sorarlardı. Bu hep böyle değil midir zaten? Üniforma giyenlerin olduğu yerde tiranlık olmaz mı? Acısı, bombası, tecavüzü, kahrı da savaş denen şeyin cabası değil midir? Böyle bir düzende yaşlı adam, adadaki mısır tarlasını çeteci iki taraflardan birine değil de bir bahar akşamı aniden bastıran yağmurla gelen sel sularına kaptırmıştı. Doğaya yenik düşmüştü mısır tarlası. Gölün taşmasıyla sular altındadır artık ada, yani yoktur. Tenha bir ormanın içinde yanlışlıkla bataklığa düşmüş bir kirpiye doğada hiçbir canlı yardım etmez, kirpinin çırpınması boşunadır, ölüm yavaş gelir çünkü.

İşte Madam Esra, bu çağ ormanın içinde bir mektup yazarıydı. Hayalinde iki farklı şehirde yaşayan iki kişi canlandırır; bu iki kişinin mektuplarında birbiriyle paylaştığı umutlarından, umutsuzluklarından, hasretlerinden, sevinçlerinden, yok oluşlarından bahsederdi. Zaten insan dediğimiz nesne hayal dünyasında yaşar; orda yemek yer, orda uyur, aşık olur, okula gider, isyan eder ve ne gariptir ki ölümü gerçek dünyada olur. Mektuplarını toparlıdığı üç kitabı yayımlandı Madam Esra'nın. Fakat bir tanesi bile tutmadı. Madam Esra yok gibi bir şeydi zaten. Hatta hiç yoktu. Belki hiç olmamıstı da. O kadar yoktu ki her gün okula gitmesine rağmen hep yok yazılırdı yoklama fişlerine, durakta el kaldırdığı halde  hiçbir belediye otobüsü onu farkedip durmazdı, transit çekip giden otobüslerin ardından bakakalırdı öylece. Apartmanlarındaki sensörlü lamba tek gün dahi algılamadı kendisini, seçmen listelerinde Madam Esra'nın adına rastlayan beri gelsin.

Madam Esra kendisinden başka hiç kimseydi şu hayatta, ve yorgundu. Çok sigara içerdi. İçindeki güvercini büyütmemeye yemin etmişti. Gününün yarısını aç, diğer yarısını çok sigara içmekten öksürerek ve balgam çıkararak geçirirdi. Yalnızlığı da çok boldu.  Bu dünya, yorgun bir kadına çok sigara içmekten kaldırımlara balgam tükürtecek kadar kötü bir yerdir işte. Şu şehir bir silkelenip kendine gelse Madam Esra'ya neler yaptığının bir fakına varsa bir ejderha gölgesinde asardı kendini. Madam Esra'yı soyun, karşınıza salt bir imparatorluk çıkar. O kadar despot, o kadar azınlık düşmanı yani.

Esra, üzme kendini bu kadar, bütün bu yaşananlarda senin suçun yok; dünya olmamış. Şimdi  nasıl anlatayım sana? Antik Yunan mitolojilerinin birinde tanrı olsaydım eğer, işi gücü bırakır ay sonları sana çiçekler alırdım, kıvırcık saçlarını ütülerdim, terleyen vücudunun her zerresine atom bombası atardım. "Eyy ruhunun en ayıp yerlerinden öptüğüm, dünya olmamış. İnan bana. Fazladan bir dal sigaran var mı?"

Madam Esra' ya kanser teşhisi koydular. Teşhisi koyan doktora göre çok sigara içmekten, dünya edebiyatçılarına göre ise hiç gülmemekten, bana sorarsanız yokluktan, yoksulluktan, şu hayatta tutacak bir el dahi bulamamaktan. Esra'yı bir boşluğun içine attım "Allah'ım Madam Esra sana emanet artık." Biz bu tartışmalar içindeyken Esra kanser teşhisi konulduktan üç ay sonra ölmüştü. Yukarıdaki kirpi olayını hatırlayın, doğanın hükmüdür bu. Mutsuz başlayan bir hikaye, mutlaka felaketle biter.

Madam Esra, beni duyduğunu biliyorum, unutma! Dünya olmamıştı. Senin suçun yok bunda. 
"Allah'ım gerçekten çok sigara içmekten mi?"

3 Mart 2017 Cuma

Özkan Günaydın / Seni Leyla Yaptırmayacağım

Öyle beni görmüyor,
O kadar beni sevmiyorsun ki güzelim;
Çok geliyorum üstüne, yoruyorum seni biliyorum?
İstersen bana bırak “ben sevmeyeyim artık kendimi” senin yerine.
Elbette seni…
Elbette bir gün ben de çok güzel şiirler yazacağım
Sonra senin fotoğrafının yanına koyacağım hemen
Ve dahi sonra kendimi asacağım yanınıza.
Bari gözlerini bıraksaydın içimde?
Nicel ve nitel yaralarımız
Ellerini, sırtını ve sırlarımızı
Tamam, tamam sevmiyorum kendimi.

Telefon o kadar ısrarla çalıyor ki;
“Alo, alo buyurun”, 
“…..”, 
“Peki efendim. İki bin yıl önceden Bizanslı bir Konfüçyonist arıyor baba”, 
“Şuan evde yok de”
Babamla birlikte kumbarası kırılan çocukların şiirini yazacaktık,
Birden “Hangi orospu çocuğu kırdı lan bu çocukların kumbaralarını.!!” Diye bağırarak,
Duvarda asılı olan tüfeğini alıp, il hükümet konağına doğru koşmaya başladı.
Ben olağanca yalnızlığımla kaldım burda.
Kurşun kalemde ben de.
Allah’ım çok mu politik olduk böyle?
Telefon tekrar çalıyor! 
“Baba Bizanslı o piç yine arıyor galiba.”

Kız o kadar güzel ki;
Yanlışlıkla “seni seviyorum” desem
Tövbe, bismillah
Çok günah lan! 
Acayip haram.

En güzeli
Çokça güzeli
Ey saçlarını tararken bileğini burkan kız.
Ey güzelleri güzeli
Dişlerim dişlerine değsin miydi?

2 Mart 2017 Perşembe

Özkan Günaydın / İsa'nın Ellerinde Saçların

İsa’nın ellerinde saçların
Dudaklarının arka odasında cumhuriyetin ilanı
Eğilip seni stoacılar gibi öpmeli miyim? 
Öpmeliyim biliyorum. Yoksa yokluğun beş kıtaya yayılmış bir küresel şirket politikası
Deterministler, Hedonistler, Politeistler, İkinci yeniciler, borsacılar, ÖSS’de geçmiş yıllarda çıkmış sorular, laikler, tinerciler
Memelerin ünlü bir ressamın elinden çıkmış Guantanamo’da bir put 
Günlerden, kırmızı bir Şubat
Aylardan, 1980
Yıllardan, telaşsız bir cumartesi
Allah’ım, Nasılsın?

Selam verdiğimiz herkes borçlu
Bakın ben buralardayım, siz karşımda, Anneannem nerelerde acaba?
Anadilini “yalnızlıkça” seçenler
Küresel ısınma ve senin gülerken büyüyen ağzın
Yahudi İspanyolcası,
Çar Lazar,
İstanbul Helen filoloji Derneği,
Tüketenler,
Tükete tükete borçlananlar
Fazla elli liranız var mı? Borcum olsun sizlere

Ya kitap okurken herhangi bir cümlede ismimin baş harfine rastlarsa,
Ya bir an, aklına gelirsem.
Ya beni sevmeye karar verirse?
Tanrım lütfen. Hayır, hayır! Hazır değilim henüz.
Hiç ölmeyelim biz.
Kazık çakalım dünyaya
Benim çirkinliğim, senin güzelliğin
Rabbimin sonsuz merhameti, serbest piyasa ekonomisi
Yunan demokrasisi, federaller, devlet demir yolları
Peki Balkonuna düşen kuş gölgeleri nasıl? 
Hala asılıyorlar mı sana?

Özkan Günaydın / Ben, En Büyük Kaybedişlerin Anayasasıyım

Ben bu yüzyıl, -aşk
Ben bu mevsim, -hüzün
Ben bu Şubat, -nar
Ben bu içimin yangınını...
Ben bu kalp ağrısıyla, bir sonraki cumartesiye varamam.
Yatağımda, etek trajı olmamış çıplak bir Yahudi kadın,
Uykumda Führer.
Seninle ben;
'Kör karanlık sokakta yapayalnız dolaşan berduş bir köpekle,
Elma ağacının dalında romantikçe gülen bir bülbülün' toplamlarıyız.

Ben bu takvimler, -bilimsel yokluk
Ben bu sarhoş kent, -yolum Araftır
Ben bu ütopya, -mavi üniformalı sırtlanlar
Sözlerimde boylu boyunca uçuşan çöller var
Ben bu uçurumlardan geriye dönemem.
Nasıl düştüysem sana
Ben yine düşerim kuyulara
Sen benden geriye kalacak olan boşlukta
Kırmızı sigaralar yak.

Sen bu siyaset, -kirli
Sen bu kosmos, -Son 
Sen bu ülke, -nefret
Biz seninle, divan edebiyatının içine dağılmış post-modern sözcükler gibiyiz
Seninle biz, yanılgıdan başka hiçbir şeyiz.
Tanımadığım yağan, yağmurlara benziyorsun.

Bizim bu uzaklarımız, -vebalı trenler
Bizim bu idamlarımız, -Garcia Lorca
Bizim bu kavuşamamalarımız, -sonrasızlık
Hani bu gecenin karanlığı arsızca çökmüş ya sol omzunun üstüne
Şimdi buralar hep yarın sabahlar olacak.
Caydırma beni yolumdan
Yüküm, gamdır.

Özkan Günaydın / Sikeyim Edebiyatını. Sen Nasılsın Şebnem? Kendinden Bahset Biraz

"21. yüzyılın sonlarındasın, bir ayağımız uzay çağında üstelik hizmet sektöründe bir kölesin, başında bir patronun ve lise mezunu bir müdürün var. Ama sen izin gününde oturmuş salça mı yapıyorsun Zeynep? Neden süper marketten hazır almıyorsun?" Bazı insanlar böyledir işte; öyküsü yoktur. Öyküsü olmayan insanların telaşı da yoktur. İnsan salt bir telaştan yaratılmıştır. Hayır, hayır! Bu tarihte herhangi bir filozofun sözü değil, şahsen bana ait. Ben, yani şu hayatta yazacak bir hikayesi olmayan, kendisine inanacak bir  tanrı seçememiş ve yaşadığı kosmos'da aşık olacak tek kadın bulamamış olan ben.

Bize yıllarca vergi kaçıranların, çalıştırdığı işçinin emeğini sömürenlerin, faiz yiyenlerin nasıl başardıklarını anlattılar; nasıl kazandıklarının hikayelerini okuttular hep. Halbuki "kaybetmek" varoluşun koşuludur. Düştüğü boşluğa "suskunluk" ismini koyan birine "kazanmak" kavramı fazla bir şey ifade etmez. Elinde dünya haritasıyla dönmemek üzere gidecek yer arayan birinin hele bir şeyleri başarmak sikinde bile olmaz. Bu çağ, korkuların ve alışkanlıkların toplamıdır. Günlüğüne "bu sabah da baktığım aynada kendimi göremedim" diye yazan bir kadını, öyle gaz bambası atarak korkutamazsınız orospu çocukları! Beyaz polislerin annesini vurduğu bir zenciyi de asla kütüphaneye alıştıramazsınız. Laik Cemal ömrü boyunca hep kazandı mesela: pokerde, altılı ganyanda, borsada, girdiği sınıf başkanlığı seçimlerinde filan... Aşağı Alsancaklıydı Laik Cemal, mutlu bir geniş aile ve her dönem artan bir servet sahibiydi. Herhangi bir güne mutsuz mu başladı, örneğin: Basardı parayı valiye, bakkaldan sakız alır gibi alır, koyardı cebine. Ta ki 1997 yazının ilk günlerine kadar. Küresel ekonomik buhranda bütün servetini, annesini de kanser teşhisi konulduktan üç ay sonra kaybetti, iki ay sonra babası kalp krizinden göçtü, Laik Cemal eşini de balkondayken, düğün kortejinden havaya açılan bir maganda kurşunu yüzünden yitirdi, tek çocuğu vardı onu da organ mafyası kaçırdı, emniyet yetkilileri halen iz sürüyor ama daha bir haber yok. Bütün bu katliamlardan iki yıl sonra Laik Cemal'in de içinde bulunduğu dolmuşa hemzemin geçitten geçerken tren çarptı; üç ölü, ikisi ağır olmak üzere en az beş yaralı. Ölülerden biri bizim Cemal. Sofokles gel de trajedi nasıl yazılır, gör! Bir insanın hayatı nasıl sikilir oku, amına koyayım! Birisi bana şarap getirsin yoksa yakarım bu kerhaneyi.

Eğitim müfredatına birinci sınıftan başlamak üzere, üniversite son sınıfa kadar "Bu çağda nasıl kaybedilir?" diye zorunlu ders konulsun, sigara paketlerinin üstüne "kaybetmek erdemdir" diye yazın, KTP (Kaybedenlerin Türkiye Partisi) diye de parti kurun, oy verelim. İktidar yolumuz açık. Hiç değilse bürokrasi içindeki yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlığın önüne geçmiş oluruz. Bu hayatta kaybetmekten başka gideri olmayanlar, çalmaz. Meyhane açar, rüzgarlara muhalif olur, güzel kadınları düşünerek otuz bir çeker ama asla çalmaz, vicdanları el vermez çünkü.

1 Mart 2017 Çarşamba

Özkan Günaydın / Rica Ederim, Tabii ki Giderim

Allahsız Zehra insanları çok severdi
Bir keresinde baldırında cigara bile sarmıştı bana
Ben şimdi Lizbon’da bir zenci mahallesindeyim
Onun nerede olduğunu kimse bilmiyor.

Şairim lan ben! Valla bak
Babama sorun isterseniz.

Madem çok mühim bu hayat bizim için
Madem mutlaka kazanmamız gerek içine düştüğümüz bu savaşı
Yaşamak için öldürmemiz zaruri madem
Yaralı belediye otobüsleri, Trablusgarp harbi, banka kredileri
Tanrım! 
Lütfen beni al bu oyundan.

Ben ne sizdenim, ne onlardan
Ben, çocukları doysun diye sofraya en son oturan ve o sofradan ilk kalkan yoksul annelerden yanayım
Ben, havada kalmak için dakikada yüzlerce kez kanat çırpan serçelerden,
Ben, mülkiyeti reddeden, toprağı işlemeyen Aborjinlerden yanayım.

Çok yalnızım lan!
Koca sınıfta matematik sınavında tek zayıf not almış 4/C’li Berkecan kadar,
Gece gökyüzünde tek başına sallanan dolunay kadar,
Kontra atak yemiş takımın defan oyuncusu kadar hem de.

Bir hırkam var alın sizin olsun.
İsa inecekti gökten, ona sözüm vardı.
Ama olsun alın, sizin olsun lütfen.

Alçak Sezar! Sıkıyorsa şimdi çık lan karşıma.
Annemin ördüğü patikleri giydim de geldim
Korkmuyorum Kartaca'yı halt eden ordundan.
Amen

Bitti

7 Şubat 2017 Salı

Özkan Günaydın / "Belki Bir Gün Giderim Buralardan" Diyenlerin; "Gerçekten Gittiği" Bir Hikaye

Güzel bir kadınla tanıştıktan sonra onunla tekrar karşılaş
tığımda adını unuttuğumu fark edince çok üzülüyorum. Bir ırmak gibi akarak terk etmek istiyorum o an kendimi, sigara yakıyorum hemen. Baktım geçmiyor, yine üzülüyorum. Güzel bir kadının adını unutan biri; cuma namazına da gitmiyordur, ilkokul numarasını da unutmuştur, mavi şiirler de yazmamıştır hiç. Hem de çok hiç. 
Bir terzinin acısı, söküğünü dikemediği pantolonun varlığıdır; bir kahvecininse kötü demlediği çay, bir şairinse rüzgârda bir türlü yakmayı başaramadığı sigarasıdır. Sahi seninkisi ne? 

Esma, şu gördüğünüz kuşların hiçbirinin akrabası değil. Genellikle evine yürüyerek gelirdi, bazen bir şeylere kızarak, kimi zaman da öksürerek. Aydınlıydı Esma, Çine ilçesinden. Sabah kalktığında büyük tren istayonlarının iç içe geçmiş raylarına benziyordu saçları, o kadar dağınıktı. Eskişehir'de tanışmıştık kendisiyle, garsonluk yapıyordu o zamanlar. Dediğine göre bahşişlerini harçamıyormuş. "Biriktiriyorum" diyordu, ne için biriktiriyordu hiç sormadım. Otuz sekiz numaraydı ayakları. Tanışmamız çok ilginçti. Ben adını sordum "Esma" dedi, sonra güldü. Gökyüzü anlıma çarpmış gibi oldum o gülünce "Benim adımı sormayacak mısın?" dedim, "Erkeklerin ismi sorulmaz, kızaran yüzlerine bakılır" demişti. Judas aşkına aptallar gibi gülmeye devam ediyorum hâlen.
Esma; utanınca, dertlenince, üşürken, mutluyken, mutsuzken, aklından kırmızı güller geçerken, aç karna üç bira içerken bile "belki bir gün giderim" derdi hep. Biliyorsunuz "Gitmek" bazılarında huydur. 

Üç çift pembe çorabı vardı Esma'nın. Bir çiftinin serçe parmak tarafları yırtık, bir çifti kirli, öteki çiftini daha kullanmaya başlamamıştı o zamanlar. 

Acaba hiç mi acı çekmiyor, hiç mi dertleri yoktu, Esma'nın üst kat komşularının da sevişiyorlardı böyle her gece? İstanbul'a giden son treni kaçırdığım zamanlar Esma'da kalıyordum. Apartmana üç yıl önce doğal gaz bağlanınca, apartman yöneticisi apartmanın giderlerini karşılamak için kömürlük niyetine kullandıkları en alt kısmı elden geçirip kiraya vermeye karar vermiş. Esma'nın hemen üstünde, her gece deliler gibi sevişen o çift oturuyordu; onların üstünde yönetici vardı. Yönetici de hırsızmış sanırım, yolsuzluk mu ne yapıyormuş orospu çocuğu. Bir sabah sigara almaya gittiğimde, yöneticinin iki üstünde oturan emekli havacı albay elinde belgelerle, yöneticinin kapısını yumruklayıp "Çık lan dışarı, amına koyduğumun evladı. Belgeledim işte yaptığın hırsızlıkların hepsini, ya istifa et ya da vurucam seni burada!" diye bağırıp duruyordu. Yönetici ve emekli albayın arasında oturan translarda ise çıt yoktu, gece çalıştıkları için yorgunluktan uyuyorlardı belki, belki de hâlen mesaidelerdi. Esma işte tüm bu olayların arasında, eski kömürlükten 1+1 şekline dönüştürülmeye çalışılmış bir ortamda yaşıyordu, memnundu üstelik hâlinden. Hâtta hayal bile kurabiliyordu, hayalleri vardı çünkü. O soktuğumun ortamında hayal kurmak her babayiğidiğin harcı değildi ayrıca. Esma'nın salon diye kullandığı alanda sikimden bir üçlü çekyat vardı, amerikan mutfağının tezgahında tetonuzlu bir musluk ve hemen önünde hayata darılmış birkaç mutfak gereci duruyordu. Ana giriş kapısından başka -banyo ve tuvalet aynı yere sıkıştırılmıştı, o alan da dahil- kapı yoktu evin içinde. Evin perdeleri sanki bana küfür ediyorlarmış gibi gelirdi her seferinde ama zaman geçtikçe anladım ki konunun benimle bir alakası yokmuş, mizaçları öyleymiş, sonradan alıştım zaten. Umursamamaya başladım. Giriş bölümde ise Esma'nın elbiselerini koyduğu derme çatma bir dolap, eski bir çamaşır makinesi, yerde özentisiz bir biçimde duran üç beş ayakkabı vardi ve apartmanın lağım giderinin geçtiği irice bir pimapen tavandan sarkıyordu. Galiba orta yere serdiği kilim veremliydi. Apartman sakinleri sıçtıktan sonra sifonu çektiklerinde suyun itme kuvvetiyle aşağıya düşen bok kütlelerinin seslerini en son biz duyardık. Önceleri bu sesleri yadırgasam da Esma, kitle iletşim araçları kullanmadığı için, bu sesler bana zamanla anzısın radyoda çalan sevdiğim bir türkü gibi gelmeye başlamıştı. En dibipdeydik ve daha da dibe inmek için bahaneler arıyorduk. Çocukluktan kalma bir alışkanlıktır bende: gece 04.00-05.00 saatleri arası kalkar karanlığı izlerim, böyle dakikalarca. Yine bir gece kalktığımda Esma'nın üstüne örttüğü çarşaftan firar etmiş iri memelerini görmüştüm, çok irilerdi; bacakları Arkaik dönem yapılarında rastlanan sütunları andırıyordu, kalçaları ya çarşafın altına saklanmıştı ya da benim kalkmama beş dakika kala odandan yeni ayrılmışlardı. Çünkü olay mahali daha sıcacıktı. Socrates olsa böyle manzaraya mutlaka bir şiir yazardı ama benim işim olmaz şiirle filan. Karanlığımı izleyip, Nazım Hikmet'in duvarda asılı duran siyah beyaz fotoğrafına, elimi göğsüme götürerek, "Eyvallah" deyip tekrar uykuya bulaşmıştım. 

İki sene sonra Esmayla son gecemiz olduğunu öğreneceğim, o gece, pimapen borusundan sızan bok kokusu; evde saltanatını ilan etmiş nem kokusuyla koalisyon kurmuş ve bu koalisyona dışarıdan destek veren mutfak tezgahındaki üç gündür yıkanmayı bekleyen bulaşık kokusu da eklenince nükleer gaz bombası atmışlardı sanki odanın içine. Ben gözlerimi açtığımda Esma çoktan uyanmış üçlü kanepenin ortasında bağdaş kormuş bir vaziyette tavana bakmaya başlamıştı bile. Uyandığımı görünce "Pencereyi açabilir misin?" türü bir hareket yaptı, ben "Neden?" der gibi bakınca "Sigara yakacağım da, içerisi sigara kokmasın", "Saçmala Esma dışarıda şubat ayazı var, donmak mı istiyorsun? Hem neyin peşindesin içerisi leş gibi bok kokuyor zaten, sigara kokusundan mı rahatsız olucan yani?" Dünya gerçekten hassas kalplerin için çok tehlikeli bir yer. Hiçbir şey demedi, başını öne eğip pijamasının kenarıyla oynamaya başladı. "Bak yine küfür ettiler, duydun mu?" "Kim?", "Yok bir şey." Esma derin bir nefes daha çekti sigarasından. Üç zindan, iki mevsim, bir ben, altmış altı tane ardı ardına polis jopu geçti sanki odanın içinden "Esma hiç adına şiir yazan oldu mu?" içinde biriktirdiği sigara dumanı gecenin karanlığına üflerken "Hayır" dedi, önümden şimdi de yalın ayak koşuşturan çocukluğum geçti. Geçmiş zaman o gece saat kaçta yattığımızı hatırlamıyorum ama o siktiğimin perdelerin bana küfür ettiğine adım gibi eminim.

Okul bittikten iki sene sonra iş için Eskişehir'e yolum düşmüştü. Esmayı ziyaret için o kömürlüğe gittiğimde Esma gitmişti. Yerine Suriyeli üç aile taşınmıştı. Emekli havacı albay, yönetici yardımcısı olmuş. O malûm daireyi; üç Suriyeli aileye Esma'ya verdikleri kiranın iki buçuk katına kiraya vermişler, sanırım yönetici kiranın yarısını emekli albaya sus payı olarak veriyordur. Ordan ayrılmadan önce yarım yamalak Arapçamla pimapen lağım borusunu göstererek "Ona dikkat edin, patlar ya da ek yerlerinden kokusu sızarsa içeride bok kokusundan duramazsınız" dedim. Bu da kıyağım olsun onlara. Sonuçta halkların kardeşliğine inanan biriyim ama mevzu Suriyeli bu üç aile değil, mevzu perdelerin bana küfür etmesi değil, mevzu Esma'nın bok kokan evi de değildi zaten, hele hırsız yönetici hiç değildi, adamlar memleketin amına koydu yöneticinin cukkaladığı üç beş kuruşun lafı mı olur? Mevzu hayatınızda "belki giderim" diyenler varsa onların bir gün mutlaka gidecek olması, "kesin giderim" diyenler korkak olur, gidemezler. Ama "belki giderim" diyenler gider. Fazla geç olmadan durdurun onları, Esma gitti çünkü.

20 Ocak 2017 Cuma

Mesela; Şiirce'de elinde "Bir Demek Çiçekle" Gezmek, "Ankarayı Çok Özledim" Manası Taşır.

Sao Paulo sokaklarındaki üç beş yalnız,
Bizim sınıfın hiçbir zaman dersleri dinleyemeyen üç beş yalnıza
“Gelin birlikte bir hatıra fotoğrafı çekilelim” demiş.
O kadar yalnızdık işte
Böyle başlıyordu şiir.
Ve hatırlaya hatırlaya unutuyorum seni.
Yaşlı Anadolu’nun bir kasabasında havalanan başka güvercinin 
İlk konacağı yerdir, benim dağınıklığım.
Dağınıklık, bir şeylere yetişememenin akrabasıdır bende
Başkasının mavisinde ne arıyorsun?
Kanatlarını açacak başka gökyüzü yok omuzlarımda.

Ellerim uygundur diye ellerine
Alnından öptüm ilk önce 
İndim aşağıya burnundan öptüm
Üşenmedim hiç dudaklarından öptüm sonra
Üç kilometre yürüdüm boynu boyunca
Gördüm, Bir Cumhuriyet altını gibi beyazdı memeleri.

Nasılsa ben hiçbir zaman başaramadım bir şeyleri
Nasılsa sen hep geç kalıyordun okul çıkışlarındaki buluşmalara
Üzülme, bu çorak kavuşamamalarımız ne de olsa ikimizin.
Sana upuzun akşamlar getirdim.
Atilla İlhan’ın “An Gelir” şiirinden başka gidecek yerimiz mi var
İster gam de, ister çaresizliğim
Durup durup, bir çirkin kadını,
Sustuğu yerlerinden öpmek geçiyor içimden.
Sen de susar mısın?

Bugün bir kuşu kafesinden alıp,
Yaşlı Anadolu’ya yüzen herhangi bir trene bindirdim.
İlk giden kimse, her zaman en son o unutur
Hırsız politikacıların suçu yok bunda
Toplum polislerinin suçu var
Çat, çat, çat, çat, çat...
Tanrıların da suçu yok.
Küfürbaz sabahlardan geliyormuşum
Bilmiyorum başkalarının bildiği her şeyleri
Ve bizden başka acısı da yok bu şehrin
Dur gitme! Ne olur söyle bana
Sen gelmiş misin?

17 Ocak 2017 Salı

Felsefik Sayıklamalar, Birkaç Ton Aforizma ve Rubai Denemeleri (VI)

Bir kapkaççı eğer karnını doyurmak için mesleğini icra ediyorsa helaldir, yok işi ticarete dökmüş ise bu haramdır.

Ne demek lan Leylayı vurdular.! 
Leylayı zaten vurmamışlar mıydı?

Herhangi bir kadının bir burnu, iki gözü ve kulağı, gösterişsiz memeleri ve köprücük kemiği varsa helaldir, alın evlenin onunla. 
Ama yok saçları dalga dalga, selvi boylu, al yanaklı, üstelik dünyalar güzeli ise işte bu haramdır.

Devlet bir kişiyi dahi öldürse katildir. 
İki kişiyi öldürüyorsa da katildir. 
Üç, dört, beş hiç fark etmez; 
Devletler hep katildir zaten.

-Kimmiş gelen?
+Alacaklılar bey?
-Yok deseydin evde. Ölmeye gitti gelmeyecekmiş bir daha bu taraflara, haklarını helal etselermiş.
+Dediydim ama inanmamışlardır kesin.
-Şu şiir kitabı bi tutsun. Seni saraylarda yaşatacağım hanım. Elini sıcak sudan soğuk suya değdirmeyeceğim. Beşi bir yerde asacağım boynuna, söz. İşsiz bir şair sözü hem de. 

Osmanlı İmparatorluğunda tebaaykende çok yalnızdım,
Cumhuriyet kuruldu, vatandaş statüsüne geçtim yine çok yalnızım lan. 
Olayın yönetim şekliyle bir alakası yokmuş. 
Ana dilim gibi bir şey şu yalnızlık, onu anladım.

Paranoid Şizofreniyim ben; sana seviyorum, öp bana.

Bir insan bir şişe şaraptan sonra sevdiğini
İki şişe şaraptan sonra geçmişini
Üç şişe şaraptan sonra vergi borcunu
Dört şişe şaraptan sonra da mevlasını hatırlarmış. 

Cihadına iman olmak istiyorum
Ayetler, masallar, Allahu ekber nidaları böyle
Burası kasıyor, numaranı yaz istersen
Whatsapp’tan devam edelim güzelim.

14 Ocak 2017 Cumartesi

Özkan Günaydın / Psikologlar En Büyük Ruh Hastalarıdır.

Ben ‘Seni Sevmiyorum’ diyebilirsin ama 
Bir nesneyi, bir olguyu, bir canlıyı sevmeden asla yaşayamazsın Şebnem.
Ayrıca bu akşam oturup birlikte Allah’a inanmamız gereken bir konu var.
Telefon numaramı yazıyorum; 0(53Leyla) 64Aslı 5Şirin 1Sabiha
Geleceksen bir sefer çaldır
Yok benim senin gibi zibidilerle işim olmaz diyorsan,
Whatsapp’ta durum güncellenmeni ‘Katil Devlet’ olarak değiştir, ben anlarım.

Şebnem, Kamboçya’nın Dünya'da süper bir güc olması ,
Mars’ta suyun bulunması,
Orta doğu’da haşmetin, cebirin, zulmün ve baskının yok olması,
Bolivya’da bir kahve üreticisinin Starbucks’ta doya doya kahve içmesi,
Senin beni, bir sevmene bakar.

Şebnem! Bütün diktatörler de olduğu gibi, Führer’de de ‘Ölçek hastalığı’ varmış. Her şeyin en büyüğünü, en yücesini, en kudretlisini istiyormuş. Bizim aşkımızı düşünüyorum da; ben en çok seninle vakit geçirmek istiyorum, en çok seni sevmek, en çok seni görmek, en çok seninle konuşmak, en çok senin bana soyunmanı istiyorum. Yoksa ben de bir faşist miyim Şebnem?

Şebnem diyelim ; A noktasından V1 hızıyla, B noktasından V2 hızıyla iki araç birbirine doğru hareket etsin ve C noktasında ‘T’ kadar süre sonra Karşılaşsınlar. A'dan kalkan araç (BC) yolunu x sürede, B'den kalkan araç (AC) yolunu y sürede alsın. 
Peki o zaman sever misin beni, bu hususla ilgili herhangi bir ihtimal var mı?
Sev işte lan beni, ne olacak sanki.

Senin varlığın o kadar yok ki Şebnem! 
Bir felsefe alt dalı olan Ontoloji (Varlık Felsefesi) 2600 yıldır, yerinde sayıp duruyor öylece.
Şebnem , yan masal komşum
Psikologlar en büyük ruh hastalarıdır.
Canlılar, Biyolojiye göre 4’e, bana göre ise 5’e ayrılır Şebnem.
1.mikroskobik canlılar 2.insanlar 3.hayvanlar 4.bitkiler 5. Seni sevenler.’ Diye

Çok saçmaladım bağışla
Seni Seviyorum.